Şiir Perisi
İşyerim Üsküdar’daydı, evim ise Kartal’da. Bu sebeple her sabah Haydarpaşa-Gebze trenine biner işe giderdim, her akşam da aynı trenle evime dönerdim. Bir Ağustos akşamı biraz geç kaldım. İstasyona geldiğimde tren kalkmak üzereydi. Aceleyle jetonu alıp, gişelerden geçtikten sonra koştum ve nefes nefese en son vagona bindim. Vagon tıklım tıklım yolcuyla doluydu. En arkaya geçip bir yere tutundum. Bu arada bir adamın en arka koltuğa oturmuş elindeki veresiye defteri kadar eski bir deftere bir şeyler karaladığını gördüm. Dikkatimi çekmişti. Sonraki bir hafta boyunca en son vagonda yolculuk yapmak nasip olmadı ancak bir Cuma akşamı yine trene son anda yetiştim ve en son vagona adımımı güçlükle atabildim. O adam yine aynı koltukta oturuyordu ve elindeki deftere yine bir şeyler yazıyordu. Sırf merakımdan ertesi gün o adamın yanına oturdum. Önceleri, işinden evine dönen bir yolcu sandığım adamın aslında yıllardır her akşam trenin son vagonuna binip en arka koltuğa oturduğunu ve hiç işi yokken Gebze’ye kadar gidip geldiğini öğrendim. Trenin müdavimlerinin “ Deli Fikret” dedikleri bu adamla bizzat konuşup hikâyesini dinledim. Belki sizler de öğrenmek istersiniz diye düşündüm.
***
İlk şiirini yazdığında sekiz yaşındaydı. Gümrah çimenler, rengârenk çiçekler, berrak dereler tabiatın zahiri yüzüydü. Anız aralarında bıldırcın kovalarken uydurduğu türküler işte bu güzelliğin diline yansımasıydı. Sevdalandığı doğru değildi, arkadaşları lakabını “ Sevdalı” koysa da.
Annesinin koyduğu azığı pınar başında yerken, kendisine kucak açan tabiata birkaç satırlık methiyeler dizmesi kusurdan sayılmazsa, başkaca işlediği bir suç yoktu. Aslında aklı başında biri karşısına alıp, “ Hey çocuk sen nasıl bir belaya bulaştığını bilmiyorsun...” dese kelimelerin başına öreceği çoraplardan kurtulabilirdi. Talihsizime nasihat edecek kimse yoktu yazık ki köy yerinde. Mısralar tabiatın da izzet-i nefsini okşamış olacak ki kendisine minnettarlıkla seslenen küçük yüreği uyarma faziletini göstermemişti.
Sonrasında, baharlar gözlerinde palazlandıkça, kâh çiçeğe kâh böceğe, kâh kışa kâh yaza, kâh akşama kâh sabaha kendi lisanıyla seslenmeye başladı. Bıyıkları terleyince ise hayatın abus yüzü ile haşir neşirdi artık. Gurbet yükü eski kelimeleri çekip aldı dilinden, yepyeni bir dil sundu ona. Eski bir köy minibüsündeydi kendini yazdığında:
Yollar tekin değil anla halimi
Alıp beni yola salma be gurbet
Basıp hasretimi yanık bağrına
Yaşlı gözlerimle kalma be gurbet
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” demiş atalarımız. Serseri kelimelerle nemli, küf kokan bekâr odalarında koyun koyuna yattıkça, onların rengine bürünmesi zor olmadı. Ne geldiyse başına kelimelerden geldi.
Haydarpaşa- Gebze Arası Bir Saat Sürer
Haydarpaşa-Gebze treni hareket ettiğinde, zaman, günü ufuktan aşırıyordu. Trenin en son vagonunda, tren mi gidiyor yoksa kendisi mi gidiyor, düşüncesine açıklık getirmeye çalışırken bir gül-i rana gelip oturdu yanına. Biraz toparlanıp, dokunma mesafesinden kurtulayım derken elindeki defteri düşürüverdi. İçinden bir yaprak savrulup kızın kucağına geldi. Utandı, kızardı… Kız onu rahatlatmak için gülümseyerek kâğıdı alıp ona uzattı. Uzatırken de kâğıttaki şiiri fark etti.
- “ Şiir mi yazıyorsunuz?” diye sordu.
- “ Şiir sayılır mı bilmem.” dedi utanarak.
- “ Babam da şiir yazar, kitapları da var.”
- “ Öyle mi? Ne kadar güzel…”
- “ Belki bu sebeple; ben de çok severim. Hangi tür de şiirler yazarsınız?”
- “ Şiir işte geldiği gibi…”
- “ Okumamda sakınca var mı?”
- “ Şey… Bilmem ki…”
Kız, Fikret’in utanarak uzattığı tek yaprağı alıp, üzerinde yazılı mısraları okudu:
…
Kardelen oluruz buz gibi karda
Açarız; solarız sonra baharda
Bize iki çoktur, bir tek mezarda
Beraber yatarız ancak beraber
…
Şiiri okuyup bitirince gülümseyerek yaprağı Fikret’e uzattı.
- “ Belli ki sevdalısınız.” dedi.
Fikret kızın yüzüne bakmaya utandı. Kendisinin bile duymakta zorlanacağı kadar kısık bir sesle:
- “ Hayır. Siz de yanıldınız!” diye cevap verdi.
Tren istasyonları bir bir yoklayıp, güzergâhında ilerlerken, Fikret’in içinden bir his bu yolculuğun hiç bitmemesini ister gibiydi. Bostancı’ya geldiklerinde çocukluğuna doğru yola çıktı. Yine bir Ağustos ayında, pınar başında oturmuş berrak sudan içer gibi oldu. Alabildiğine uzandı gözlerine koyungözleri, dağ laleleri, menekşeler… Gurbetin koynundayken sıla misafirliğe gelmişti sanki. Anne dizi kadar sıcaktı trenin sert koltukları. Daha dün kendisini ayar gören apartmanlar, göçmen kuşa aşiyan olmak için kucak açmış bekliyorlardı.
Fikret, kızın bir kere bakabildiği kara gözlerinde hayallerini serinletirken, kız seslendi:
- “ Adım Safiye…”
- “ Efendim…”
- “ Adım diyorum, Safiye…”
- “ Şey… Ben memnun oldum… Fikret.”
- “ Gebze’de doktorum. Her Pazar Üsküdar’a gelirim. Dayımlar Üsküdar’da ikamet ediyor.”
- “ Öyle mi? Ben de memurum… Şeyde… Devlet Su İşleri…”
Dili sürçüyordu. Belki de kelimeler bile vurulmuştu Safiye’ye. Belki de o yüzden ağızdan çıkarken rahat olamıyorlardı.
“ Ben neyim?” diye sordu kendine Fikret. Sualine kendisi cevap aramaya çalıştı: “ Ben vurgun yemiş bir denizci miyim? Avcının namlusunun ucunda bir keklik miyim? Serap kovalayan bedevi miyim? Ya sen nesin? Ayazda göz kırpıp kaçan kış güneşi mi, kelimelere vurulan şiir perisi mi?”
Safiye, Fikret’in düşünceli halini görünce, sessizliği bozmak için ilk adımı attı.
- “ Daldınız. Yeni bir şiir mi kurguluyorsunuz?”
- “ Şiir mi? Hayır… Şey yapıyorum… Dışarıyı seyrediyordum.”
Bu arada, birkaç saniye bakabildiği gözlerine öyle bir şiir yazdı ki, Safiye o an Fikret’in içinden geçen her şeyi virgülüne kadar okudu. Yabancı bir erkeğe yakınlık duymanın utancıyla başını öne eğdi ve bir daha da hiç konuşmadı.
Kartal istasyonunda inmeliydi Fikret. Ayakları yere yapıştı, koltuk kollarından tutup çekti. Pendik istasyonunu geçtiğinde ancak bir delinin yapabileceği kadar akılsızca davrandığını düşünüyordu.
Gebze’de durdu tren. Gidecek yer yoktu artık. Safiye arkasına bile dönüp bakmadan indi trenden, karanlığın içine dalıp gözden kayboldu. İşte o zaman koltuk bıraktı Fikret’i. Fikret o trenden inip, ters istikamette gidecek olan trene bindi. Yine en son vagonun en arka koltuğuna oturdu, defterini açtı, kalemini çıkardı, bir şeyler yazmak için teşebbüste bulundu ancak sanki kelimeler de Safiye ile birlikte karanlığa karışıp kaybolmuştu. Hiçbir şey yazamadı.
Haydarpaşa-Gebze Arası Bir Ömür Sürer
Kalbi Haydarpaşa-Gebze treninde kalan Fikret evine bir kadavra gibi geldi. İlk defa bir kadını kendisine bu kadar yakın bulmuş olduğundan mıdır, yoksa bu hissi ilk defa yaşıyor olmasından mıdır bilinmez, su gibi ihtiyaç duydu Safiye’ye.
Gece yatağına aynı eksiklikle yattı. Sabah uyandığında gündelik telaşlar biraz olsun duygularını dinginleştirmişti. Devlet dairesinde görevini ifa ederken, gece boyu onu yalnız bırakmayan duygular yeniden nüksetti. Kalp atışları trenin çuf çuflarıydı artık. Binip Gebze’ye gidiyor, oradan tekrar binip Haydarpaşa’ya geliyordu. Yanından hiç ayırmadığı defteri masasının çekmecesinde, kaleminden dökülecek kelimeleri beklerken, o bazen evraklara bile şiir karalayacak oluyor, son anda önündekinin bir evrak olduğunu fark ediyordu.
Aklı trendeydi: “Kaçıncı tren hareket ediyordu. Safiye bir daha biner miydi trene? Kendisine masumca yaklaşan kızcağıza nasılda kem gözle bakmıştı. Safiye de böyle düşünüp nefretle hatırlar mıydı o dakikaları?”
Mesaisini tamamlayınca, önemli bir randevuya yetişmek için çabalayan acul bir iş adamı gibi, üstüne başına çeki düzen verip, küçük çantasını eline aldı ve hızla dışarı koştu. İş arkadaşları elinden düşürmediği defter nedeniyle deli mi akıllı mı karar veremedikleri Fikret’in arkasından şaşkın şaşkın bakakaldı. Zira her mesai bitimi en azından, “ İyi akşamlar” demeyi ihmal etmezdi. Bu sefer onu bile söylemeden çıkıp gitmişti.
Haydarpaşa’ya doğru istemsiz yürümeye başladı. Denizin yosunlu gözlerini seyrederken, dalgaların arasından ona sesleniyordu Safiye. Kumral, dalgalı saçları adımlarının salınışına uyuyordu. Akşam, güneşi uğurluyordu ufukta Haydarpaşa Garı’na geldiğinde. Toprak kahvesi gözleri trenin son vagonunu süzdü, “ Dün bugün olsaydı” arzusuyla yürüyüp vagona bindi.
Vagona adımını atar atmaz göğsüne bir kurşun isabet etti sanki. Bir ebemkuşağı başına düştü, bir şimşek avuçlarında parçalandı… Safiye dün oturdukları koltukta oturuyordu. “Serap mı görüyorum.” diye aklından geçirdi. Oysa her şeyi ile gerçekti Safiye; uzun siyah saçları, iri kahverengi gözleri, narin eli ve uzun parmaklarıyla… Fikret’in geldiğini fark edince istifini bozmamaya, kendisini ele vermemeye çalışsa da kalp atışlarına hükmedecek gücü bulamadı kendinde.
Daha fazla kayıtsız kalamadı içinden gelen sese. Fikret’e yer açmak için pencere yanındaki koltuğa doğru çekildi. Fikret utanarak da olsa davete icabet etti. Bir birine yabancı iki insan gibi göz göze gelmekten çekinerek içten içe konuşmaya başladılar.
- “ Senin için geldim şiir perisi.”
- “ Ben de senin için geldim.”
- “ Utanıyorum yüzüne bakmaya. Oysa…”
- “ Ben de utanıyorum, affet.”
- “ İhtimaldir ki ben bir kuru yaprağım sen rüzgâr.”
- “ Belki de ben bir kuru yaprağım sen rüzgâr.”
…
- “ Yarın da gel.”
- “ Yarın da gel.”
Zaman durdu o günün gecesinde Fikret için. Başını koyduğu yastık adeta taş olmuştu. Bir o yana dönüyordu yatakta bir bu yana. Gözleri uykuya kapalıydı sanki. Doğum sancısıyla geçti o gece. Bir an önce güneşin doğmasını ve trene binmeyi o kadar istiyordu ki.
Ya devlet dairesi? Mahpushaneden beterdi o gün. Hükmü belirsiz bir mahkûmdu sanki orada. İş arkadaşları birer vicdansız gardiyan… Akrep beşe vurunca, tahliye kararıyla serbest kalmış gibi oldu. Dışarı çıktı. Haydarpaşa istikametine heyecanla yürüdü. Her gün göz açıp kapanıncaya kadar ufku aşan güneş inadına akşamın gelmesini istemiyordu. Tepesinde bütün avenesiyle bekliyordu. Deniz zamanı da kucaklamış uyuyordu. İnsanlar bile demir atmıştı işlek caddelerde. Kıpırdamıyordu hayat.
Sabır ve metanet onu Haydarpaşa Garı’na ulaştırdığında güneş de direnmekten vazgeçmişti. Şüpheli adımlarla trene yaklaştı, pencereden vagonun içini kontrol etti. Safiye yoktu. Sonra bir öncekine baktı. Sonra da bir öncekine… Trenin hareket saati yaklaştıkça adımları hızlandı. Bütün vagonları üçer defa kontrol etti. Safiye yoktu. Kalbini boğmaya başlayan yeisle son defa en son vagona yürüdü. Koltuğunun altına sıkıştırdığı defterine mahzun gözlerle baktı ve içeri girdi. O da ne? Safiye bir köşeye tutunmuş ayakta bekliyordu. Kalabalığı yarıp ona doğru yürümek kadar, gün yüzüne çıkmak için çırpınan duygularını belli etmek de zordu. Tren rayları döverek ilerlerken Fikret küçük adımlarla Safiye’ye yaklaştı. Hiç konuşmadılar. İkisi de biliyordu neden trende olduklarını. Nihayet bir saat sonra tren Gebze istasyonunda durdu. Safiye kaş altından bakıp gülümsedi. İnmek için hareket ettiğinde gözleri Fikret’i çağırıyordu. Çağrıya kulak vermek lazımdı. Peş peşe yürümeye başladılar. Bir iki sokak geçince iyice yaklaştılar bir birlerine. Dayanamadı Namık:
- “ Sürükleme beni ceylan.” dedi.
- “ Sen ta Haydarpaşa’ya sürükledin beni.”
- “ Sen de beni Gebze’ye”
- “ O zaman bizi sürükleyen bir şey var.”
- “ Nedir acaba?”
Yürüdüler göz göze gelmekten utanarak. Sokak sokak istikametsizce dolaştılar. Tohum toprağa atılmıştı. Birkaç gün sonra filizlendi ve nihâl oldu. Birkaç ay sonra büyüdü ağaç oldu. Bahar lazımdı meyve vermesi için.
O günden sonra ihtiyaçları kalmadı trene. Günler geçtikçe bir birlerini daha iyi tanıdılar. Sevdiler. Fikret’in kelimeleri değişti. Yazdığı her şey Safiye idi artık… Ona mektuplar, şiirler yazıyordu. Safiye’de kelimelerin büyüsüne kapılmış, her gün yeni bir şiire tasvir olmaktan haz duyuyordu.
Dünya hakikatleri bu büyüyü bozmak için geç bile kalmıştı. Bir gün mesai arkadaşı Müberra’ya açtı konuyu Safiye. Ona Fikret’ten bahsetti. Fikret’in kendisine yazdığı mektupları okudu.
- “ Karşı çıkacaklarını sanıyorum ama ben Fikret ile evlenmek istiyorum.” dedi.
Müberra sandalyeye iyice yerleşti. Bir deliye bakar gibi baktı Safiye’ye.
- “ Sen aklını yitirmişsin herhalde.” dedi.
- “ Niçin aklımı yitirmiş olayım?”
- “ Ay deli, sen koskoca doktor olmuşsun, aybaşını zor getiren bir memura mı vuruldun?”
- “ Gönüldür bu Müberra.”
- “ Gönüldür amma akıl diye de bir şey var. Şu güzelliğine bak. Elini sallasan ellisi kuzum. Adamın yazdığı şu zırvalara mı kandın yoksa?”
- “ Ben onu sevdim Müberra.”
- “ Sevgi dediğin üç günlük… Sen biliyor musun bir kadın doğum uzmanı ne kadar kazanıyor ayda? Düşünsene sen de eşinde çalışıyor. Bebek’ten yalı alırsınız birkaç yılda alimallah.”
- “ Benim gözüm yok malda mülkte.”
- “ Hem ne yakışıklıları var dünyada. Bir memur parçası mı çaldı gönlünü? Perdeyi aralayınca bir birine girmiş çarpık çurpuk beton yığınlarını, bir sürü geçim sersemi insanın uyuşuk uyuşuk yürümelerini mi görmek istersin, yoksa serin serin esen rüzgârın nefesine karışmasını, denizin boylu boyunca uzanan huzur dolu endamını mı? Ne işadamları var kariyer edinmiş kızları arayan.”
- “…”
- “ Haydi bütün bunları bir kenara koy. Köyde büyümüş, senin isteklerini anlamayacak kadar yoz bir adam var karşında. Kızma bana… Doğrusunu söylemek gerekirse sana yakışmaz. Hele bir o hataya düş, sonra bin pişman olacaksın. Görürsün…”
Başını önüne eğdi, düşünmeye başladı Safiye. Arkadaşlarının, yakınlarının sevdiği adamı kendisine yakıştıramaması onu da karamsarlığa sürükledi.
Müberra devam etti:
- “ Yarın büyük hastanelerde çalışacaksın. Kokteyller, partiler, toplantılar, eğlence geceleri olacak. Kocanı oradaki elit insanlara ne diye tanıtacaksın? Koca dediğin senden bir gömlek üstün olmalı. Dünyanın düzeni budur. Senin Melek’ten eksik yanın ne? Allah var tırnağına değişmem onu. Bak, evlendi kırıta kırıta geziyor. Çalımından geçilmiyor. Bir eli yağda bir eli balda… Suadiye’de saray yavrusu bir ev almışlar. İçine oturmaya kıyamazsın.”
Yalnızca Müberra değildi ona nasihatlerde bulunan. Fikret’ten bahsettiği hemen herkes benzer bir tepki vermişti. Bu sebeple içine çöreklenen yeis, zaman zaman onu Fikret’ten uzak durmaya zorlasa da kalbi bu firaka dayanamadığından, Fikret’e belli etmeden onu unutmaya çalışması da neticesiz kalmıştı.
Ramazan Bayramı münasebetiyle memleketine gittiğinde, annesine Fikret’ten bahsedip, onunla evlenmek istediğini söyledi. Kızının bu kararı karşısında şaşkına dönen ama onu üzmemek için belli etmeyen annesi;
- “ Hayırlısı olsun kızım ama yine de etraflıca düşün. Evlilik sadece gönle kulak açıp karar verilecek bir şey değil.” dedi.
Safiye ise muğlâk bir tavırla karşılık veren annesine sıkıca tembih etti:
- “ Anne sakın ola babama bu konudan bahsetme! Şimdilik bilmesin.” dedi.
Bayram dönüşü, Fikret ile bir çay bahçesinde buluşup hasret giderdiler. İçindekileri annesine anlatmış olmanın huzuru içinde daha da umutlu hissetti kendini. Sevdiğinin kendisine atfettiği şiirlere mukabil, ona ertesi akşama yemek hazırlayacağını söyleyerek davette bulundu. Bu davet Fikret’in içinde baharlar açtırdı.
O gece bir türlü uyku girmedi gözlerine. Başını koyduğu yastık taş olmuştu sanki. Bir o yana bir yana dönüp durdu. Gündüz, devlet dairesindeki mesaisi boyunca da zaman geçmek bilmedi. Akşam Haydarpaşa Garı’na koşarken annesine koşan bir çocuk gibi coşkundu.
Bu arada, Safiye hastaneden gelince yemek yapmak için kolları sıvadı. Maharetini göstermeliydi sevdiğine. Türlü türlü yemekler yaptı. Sofrayı çeşitli aksesuarlarla süsledi ve Fikret’i beklemeye başladı. İçinde anlam veremediği bir sıkıntı vardı.
Önceki gün akşam başlayan sağanak yağmur çatıları dövmeye devam ediyordu. Körfezde küçük bir balıkçı teknesi sallana sallana marinaya doğru ilerliyordu. Mutfaktan, çaydanlıkta kaynayan suyun sesi geliyordu. Safiye perdeyi aralayıp, camın buğusunu elleri ile sildikten sonra denizin durgun dalgalarını seyre daldı. Bulutların rengini alan sudan bir ışık fışkırıp, onu avuçlarına getirecekmiş gibi hasretle dalıp gitti. Yağmurun sesine radyodan yükselen “ Ayrılık, aman ayrılık” türküsü karışıyor ve Safiye’nin kulaklarında bu iki ses birleşiyordu. İçini ablukaya alan sıkıntının sebebini bilemiyordu. Oysa neşelenmesi gerekirdi, zira Haydarpaşa- Gebze arası yalnızca bir saat sürüyordu.
Birazdan o gelecekti. Yağmurda ıslanan kumral saçlarını kurulamak için elinde havlu ile bekleyecek, merdivenleri sessizce çıkışını kalp çırpınışlarına karıştırıp dinleyecekti. Kapıdan kimseye fark edilmeden girdikten sonra, kazasız belasız o anı atlatmanın mutluluğu içinde gülümseyerek onun saçlarını kurulayacaktı. Bir bardak tavşankanı sunduktan sonra, “ Efendimiz acıkmıştır da…” diyerek mutfağa koşacaktı. “Acaba bu kez beğenecek mi?” tereddüdü ile tabağa özenle doldurduğu yemeği, “Bu kez de beğenmezsen sana bir daha yemek yok!” diyerek sunacaktı her zamanki gibi.
Aldığı hediye, paketinde onu bekliyordu. “ Efendim bu haftaki hediyeniz bir kazak… Altı aydır bir palyaço hediye edemeseler de bize, biz beyefendinin hediyesini hazırladık.” diyecekti alaylı bir tavırla. Sonra onun türlü bahanelerini, “ Tamam, anladık…” diye geçiştirecekti. Hüzzam renginde başlayan gece gülücüklerle şenlenecekti.
Peki öyleyse nedendi bu istiskal, havadaki bu kasvet ve duygularındaki amansız savaş? Bin bir türlü endişe vardı içinde: “Neden yağmur damlaları gece boyunca kalbine düşer gibi ağır düşüyordu yere? Haydarpaşa’dan tren çoktan kalkmıştı belki de. Oturabilmiş miydi acaba? Yoksa ayakta mı kalmıştı? Beklemese keşke dolmuşu, bir taksiye atlayıp gelseydi. Yağmuru severdi ama yine de ıslanmasaydı, hastalanırdı yoksa.”
Dudakların sabırsız açılıp kapanışı, endişe, boğazına düğümlenen anlamsız hıçkırık, denizin durgunluğunda yüzen bakışları, radyodan yükselen ağıtsı türküler ve bütün vücudunda dans eden ürperti… Sınıra yaklaşmış, sevda ülkesini terk etmeye hazırlanan iyimserlik, firaka boyun eğen aşkların mezarları başında sonsuza kadar ağlamaya hazırlanıyordu belki de kalbinde.
“ Başına bir şey gelmiş olmasın.” dedi içinden. “Acaba tren bir istasyonda takılır mıydı? Raylara bir âşık mı atlamıştı yoksa şeytana yenilip? Batman’ın yüreği çuf çufların girdabına düşüp, bu çığlığı duymaz mıydı?”
Bu arada Fikret ise Haydarpaşa’da bir dükkânda, gövdesi bez, kolları ve bacakları seramik küçük bir palyaço görmüştü. Altı aydır arayıp ta bulamadığı şu küçük oyuncak Haydarpaşa’da bekleyip durmuştu gelip almasını kendisini sanki. “ Hay Allah, bunca zamandır beni mahcup ettin be boyalı şey…” dedi Namık palyaçoya. Eline alıp parmaklarıyla yokladı. “ Bunun nesini ister ki bu kız, bez parçası işte!” dedi kendi kendine. Aklına Safiye’nin söylediği şey geldi. Safiye ona, “ Palyaçoların gülümsüyor göründüklerine bakma; gözlerinde katıksız bir hüzün yatar.” demişti. Öyle miydi gerçekten? Dikkatlice baktı gözlerine palyaçonun. Oyuncağın soğuk dudaklarına yatan hüznü aradı gözleri.
Raylardan gelen mekanik ses yolculuğun başladığının işaretiydi. “ Haydarpaşa- Gebze arası taş çatlasa bir saat” dedi kendi kendine. Tren rayları kütürdeterek ilerliyordu.
Fikret beşinci vagonun en arka koltuğuna oturmuştu. Yağmur damlalarıyla incileşen camdan dışarıya bakıyordu ancak gözleri içine odaklanmıştı. Birazdan ona kavuşacaktı. Merdivenleri parmak uçlarına basarak çıkacak, en son basamağı çıkarken kapı yavaşça aralanacaktı. Ayakkabılarını çıkarmadan adımını içeri atacaktı. Safiye kapıyı açtığı gibi aynı dikkatle sessizce kapatacak ve önce “ Sen neden bu kadar geciktin” bakalım diyecekti. Haydarpaşa-Gebze arası bir saatti ama daima bu cümleyi kurardı.- Sonra dudakları yanaklarına doğru kayacak ve gözleri ışıldayarak elinden tutup mutfağa götürecekti. Büyükçe bir tabak alıp yemeği doldururken, “ Bu kez beğenir inşallah” diye içinden geçirip, masaya tabağı koyarken, “ Bu kez de beğenmezsen sana bir daha yemek yok!” diyecekti.
Sonra çay faslına gelecekti sıra. Bardağa özenle hazırladığı çayı dolduracak ve önüne koyarken, bundan keyif almasına rağmen, “ Bıktım sana hizmet etmekten!” diyecekti. İçinden geçenleri yine söylemeyecekti ama kalbi püfür püfür sevgi kokacaktı.
Günün en güzel anı elbette palyaçoyu sunduğu an olacaktı. Muhtemelen Safiye hediyeyi çoktan hazırlamıştı. Elinde bir paketle salona girecek, kanepeye bir ağa edasıyla koyulmuş vücuduna savuracaktı paketi. “ Al bu senin… Altı aydır bir palyaço alamasan da ne iyi kızım ki seni düşündüm” diyecek ve kendisi paketi açarken kaş altından bakmayı da ihmal etmeyecekti.
Fikret o anı şöyle planlıyordu: “Safiye’nin verdiği paketi sırf meraktan açacak sonra başını öne eğip, “ Bunu kabul edemem. Altı aydır sana bir palyaço alamayan adam bunu hak etmiyor” diyecekti. Muhtemelen Safiye ona, “ Kabul etme! Ben verecek birini bulurum” diyecekti. Namık hin bir düşünceyle başını eğecek, Safiye her zamanki gibi dayanamayıp, “ Ama onu sana aldım. Sen sonra alırsın palyaçoyu.” diye hediyeyi sevgiyle uzatacaktı. “Öyleyse kapat gözlerini” diyecekti Fikret. Safiye merakla gözlerini kapatacak ve gözlerini açtığında avucunda palyaçoyu bulacaktı.
Hayaller insanın en itaatkâr köleleridir. Onun isteğinin dışına çıkmayacak kadar sadıktırlar. Fikret’te hayallerin bu cömertliğinden sonuna kadar istifade ediyordu. Tren Gebze istikametinde ilerlerken, camlara vuran yağmur damlalarını seyre daldı. Camdan aşağı süzülerek inişlerine hayran hayran baktı. Bu sırada günün yorgunluğu ile gözleri kapandı. Tren Gebze istasyonuna ulaştığında korkuyla açtı gözlerini. Geç kalmış hissine kapıldı. Alelacele indi vagondan, saçlarına inen soğuk yağmura aldırış etmeden hızlı adımlarla Safiye’nin evine doğru yürümeye başladı. Bu kez koltuğunun altında şiir defterinin yanı sıra, palyaço da vardı. İkisini de ıslanmamaları için ceketinin altına soktu.
Yolculuğu sırasında ayrılık abus yüzünü göstermişti sevdalılara. Safiye heyecanla kapının çalmasını ve Fikret’in içeri girmesini beklerken telefon çaldı. Arayan babasıydı. Öfkeden çıldıracak şekilde bağırıyordu:
- “ Bütün emeklerim haram olsun. Dişimi tırnağıma takıp seni yetiştirmeye çalıştım. Bunu da mı yapacaktın bana. Ne idiğü belirsiz birine mi değişecektin beni?”
Safiye son noktanın konduğunun farkındaydı. Hıçkırıkla kendisine seslenen babasına hıçkırıkla karşılık vermekten başka bir şey yapamıyor.
- “ Annen anlattı her şeyi. Ben boşuna hüsnü zanda bulunmuşum. ‘ Kızım yüzümü kara çıkarmaz’ diyordum. Yüzümü karaya boyadın Safiye. Ya bizi unut ya o adamdan vazgeç. Ona kendi isteğinle ayrılmak istediğini söylemez ve ondan vazgeçmezsen ömür boyu affetmem seni…” diyordu.
Safiye çaresizdi. Karşı koyamıyordu kendisini canı kadar sevdiğini bildiği babasına. Her şey ayrılığın suçuydu o an.
- “ Olur baba… Olur…” cümlesinden başkaca bir şey çıkmıyordu ağzından.
Telefon kapanınca, kalbini söküp param parça etmek istedi. Birazdan sevdiği gelecekti ve ona, kalbi küt küt atarken “ Elveda” diyecekti. Çok geçmedi. Fikret sessizce çıktı merdivenlerden. İçinde kavuşmanın sevinciyle kapıya yaklaştı ve eliyle bir iki defa dokundu. Safiye o kapıyı bir daha ömür boyu açmamak niyetindeydi. Kime karşı suçlu olduğunu bilmiyordu. Tek suçlu kalbiydi. Kelimelere yenilen kalbine kahrediyordu. Açmadı kapıyı. Fikret ısrarla kapıya vurmaya devam etti. Merdivenleri kontrol etti. Bir süre bekledi dışarı çıkmış olabileceği ihtimaline karşı ancak hiçbir emare yoktu Safiye’den. İçinde beliren korkuyu dindirmek için merdivenlere oturdu. Bir süre daha bekleyip yeniden kapıyı yumrukladı. Safiye ona da daha fazla acı çektirmek istemiyordu. Bacaklarına toplayabildiği birkaç adımlık güçle kapıya yaklaştı ve kapının arkasından seslendi:
- “ Gir buradan Fikret. Seni istemiyorum artık.”
Sesi duyar duymaz yerinden fırlayacak kadar hızla atmaya başlayan kalbinin üzerine elini koydu Fikret.
- “ Neden açmıyorsun kapıyı” diye seslendi.
- “ Seni istemiyorum.” dedi Safiye yeniden.
Bu bir latife olmalıydı. Safiye’nin çocukça latifelerine alışkındı Fikret.
- “ Aç kapıyı, üşüdüm ve acıktım.”
- “ Sana şaka yapmıyorum… Git buradan Fikret! Konuya komşuya rezil etme beni. Anladım ki senin şiirlerine kanmışım, kelimelerin büyülemiş beni. Anladım ki aslında sen bana göre değilsin. Git buradan!”
O an bir kurşunun tam kalbine isabet ettiğini anladı Fikret. Safiye o güne kadar asla şiirlerine laf etmemişti. Her defasında sabırla hayran hayran dinlemişti Fikret’i. Kaynar sular boşaldı başından aşağı.
- “ Sana palyaço almıştım.” oldu son cümlesi.
- “ Sende kalsın. Bana söz ver bir daha beni aramayacağına Fikret. Bir daha peşime düşmeyeceğine söz ver.”
- “ Söz sevdiğim, söz…”
Yaralı bir ceylan gibi indi merdivenlerden. Artık yağmur saçlarını ıslatmıyor âdete yoluyordu. Yürüdü… Sabaha kadar, bilmediği sokaklarda divane misali yürüdü. Muhayyel bir takım kişilere anlattı derdini. Türküler söyledi, ağladı. Herkes gitti bir kelimeleri kaldı yanında.
O günden sonra hiç aramadı Safiye’yi. Safiye de bağrına taş bastı. Fikret’in yanık şiirlerini özledi; gözlerinden döktü mısraları. Sonsuz bir susayışla bekliyorlar birbirlerini kim bilir.
Deli Fikret’in hikâyesi işte böyle… O günden sonra da belki yeni bir şiir perisi yakalamak belki de kalbinde yanan sevda ateşini külleştirmemek için her akşam Haydarpaşa-Gebze trenine binip eski defterine şiir karalamaya devam etmiş. Başına bu denli bir dert açan kelimelere yine de hiç gücenmemiş belli ki…
Kim demiş “ Haydarpaşa-Gebze arası bir saat sürer.” diye. Haydarpaşa-Gebze arası bir ömür sürer.
Ben yaklaşık bir yıldır binemedim trene. Kim bilir Deli Fikret hala en son vagonun en arka koltuğuna oturmuş şiir yazıyordur eski defterine.
Şiir Perisi
İşyerim Üsküdar’daydı, evim ise Kartal’da. Bu sebeple her sabah Haydarpaşa-Gebze trenine biner işe giderdim, her akşam da aynı trenle evime dönerdim. Bir Ağustos akşamı biraz geç kaldım. İstasyona geldiğimde tren kalkmak üzereydi. Aceleyle jetonu alıp, gişelerden geçtikten sonra koştum ve nefes nefese en son vagona bindim. Vagon tıklım tıklım yolcuyla doluydu. En arkaya geçip bir yere tutundum. Bu arada bir adamın en arka koltuğa oturmuş elindeki veresiye defteri kadar eski bir deftere bir şeyler karaladığını gördüm. Dikkatimi çekmişti. Sonraki bir hafta boyunca en son vagonda yolculuk yapmak nasip olmadı ancak bir Cuma akşamı yine trene son anda yetiştim ve en son vagona adımımı güçlükle atabildim. O adam yine aynı koltukta oturuyordu ve elindeki deftere yine bir şeyler yazıyordu. Sırf merakımdan ertesi gün o adamın yanına oturdum. Önceleri, işinden evine dönen bir yolcu sandığım adamın aslında yıllardır her akşam trenin son vagonuna binip en arka koltuğa oturduğunu ve hiç işi yokken Gebze’ye kadar gidip geldiğini öğrendim. Trenin müdavimlerinin “ Deli Fikret” dedikleri bu adamla bizzat konuşup hikâyesini dinledim. Belki sizler de öğrenmek istersiniz diye düşündüm.
***
İlk şiirini yazdığında sekiz yaşındaydı. Gümrah çimenler, rengârenk çiçekler, berrak dereler tabiatın zahiri yüzüydü. Anız aralarında bıldırcın kovalarken uydurduğu türküler işte bu güzelliğin diline yansımasıydı. Sevdalandığı doğru değildi, arkadaşları lakabını “ Sevdalı” koysa da.
Annesinin koyduğu azığı pınar başında yerken, kendisine kucak açan tabiata birkaç satırlık methiyeler dizmesi kusurdan sayılmazsa, başkaca işlediği bir suç yoktu. Aslında aklı başında biri karşısına alıp, “ Hey çocuk sen nasıl bir belaya bulaştığını bilmiyorsun...” dese kelimelerin başına öreceği çoraplardan kurtulabilirdi. Talihsizime nasihat edecek kimse yoktu yazık ki köy yerinde. Mısralar tabiatın da izzet-i nefsini okşamış olacak ki kendisine minnettarlıkla seslenen küçük yüreği uyarma faziletini göstermemişti.
Sonrasında, baharlar gözlerinde palazlandıkça, kâh çiçeğe kâh böceğe, kâh kışa kâh yaza, kâh akşama kâh sabaha kendi lisanıyla seslenmeye başladı. Bıyıkları terleyince ise hayatın abus yüzü ile haşir neşirdi artık. Gurbet yükü eski kelimeleri çekip aldı dilinden, yepyeni bir dil sundu ona. Eski bir köy minibüsündeydi kendini yazdığında:
Yollar tekin değil anla halimi
Alıp beni yola salma be gurbet
Basıp hasretimi yanık bağrına
Yaşlı gözlerimle kalma be gurbet
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim.” demiş atalarımız. Serseri kelimelerle nemli, küf kokan bekâr odalarında koyun koyuna yattıkça, onların rengine bürünmesi zor olmadı. Ne geldiyse başına kelimelerden geldi.
Haydarpaşa- Gebze Arası Bir Saat Sürer
Haydarpaşa-Gebze treni hareket ettiğinde, zaman, günü ufuktan aşırıyordu. Trenin en son vagonunda, tren mi gidiyor yoksa kendisi mi gidiyor, düşüncesine açıklık getirmeye çalışırken bir gül-i rana gelip oturdu yanına. Biraz toparlanıp, dokunma mesafesinden kurtulayım derken elindeki defteri düşürüverdi. İçinden bir yaprak savrulup kızın kucağına geldi. Utandı, kızardı… Kız onu rahatlatmak için gülümseyerek kâğıdı alıp ona uzattı. Uzatırken de kâğıttaki şiiri fark etti.
- “ Şiir mi yazıyorsunuz?” diye sordu.
- “ Şiir sayılır mı bilmem.” dedi utanarak.
- “ Babam da şiir yazar, kitapları da var.”
- “ Öyle mi? Ne kadar güzel…”
- “ Belki bu sebeple; ben de çok severim. Hangi tür de şiirler yazarsınız?”
- “ Şiir işte geldiği gibi…”
- “ Okumamda sakınca var mı?”
- “ Şey… Bilmem ki…”
Kız, Fikret’in utanarak uzattığı tek yaprağı alıp, üzerinde yazılı mısraları okudu:
…
Kardelen oluruz buz gibi karda
Açarız; solarız sonra baharda
Bize iki çoktur, bir tek mezarda
Beraber yatarız ancak beraber
…
Şiiri okuyup bitirince gülümseyerek yaprağı Fikret’e uzattı.
- “ Belli ki sevdalısınız.” dedi.
Fikret kızın yüzüne bakmaya utandı. Kendisinin bile duymakta zorlanacağı kadar kısık bir sesle:
- “ Hayır. Siz de yanıldınız!” diye cevap verdi.
Tren istasyonları bir bir yoklayıp, güzergâhında ilerlerken, Fikret’in içinden bir his bu yolculuğun hiç bitmemesini ister gibiydi. Bostancı’ya geldiklerinde çocukluğuna doğru yola çıktı. Yine bir Ağustos ayında, pınar başında oturmuş berrak sudan içer gibi oldu. Alabildiğine uzandı gözlerine koyungözleri, dağ laleleri, menekşeler… Gurbetin koynundayken sıla misafirliğe gelmişti sanki. Anne dizi kadar sıcaktı trenin sert koltukları. Daha dün kendisini ayar gören apartmanlar, göçmen kuşa aşiyan olmak için kucak açmış bekliyorlardı.
Fikret, kızın bir kere bakabildiği kara gözlerinde hayallerini serinletirken, kız seslendi:
- “ Adım Safiye…”
- “ Efendim…”
- “ Adım diyorum, Safiye…”
- “ Şey… Ben memnun oldum… Fikret.”
- “ Gebze’de doktorum. Her Pazar Üsküdar’a gelirim. Dayımlar Üsküdar’da ikamet ediyor.”
- “ Öyle mi? Ben de memurum… Şeyde… Devlet Su İşleri…”
Dili sürçüyordu. Belki de kelimeler bile vurulmuştu Safiye’ye. Belki de o yüzden ağızdan çıkarken rahat olamıyorlardı.
“ Ben neyim?” diye sordu kendine Fikret. Sualine kendisi cevap aramaya çalıştı: “ Ben vurgun yemiş bir denizci miyim? Avcının namlusunun ucunda bir keklik miyim? Serap kovalayan bedevi miyim? Ya sen nesin? Ayazda göz kırpıp kaçan kış güneşi mi, kelimelere vurulan şiir perisi mi?”
Safiye, Fikret’in düşünceli halini görünce, sessizliği bozmak için ilk adımı attı.
- “ Daldınız. Yeni bir şiir mi kurguluyorsunuz?”
- “ Şiir mi? Hayır… Şey yapıyorum… Dışarıyı seyrediyordum.”
Bu arada, birkaç saniye bakabildiği gözlerine öyle bir şiir yazdı ki, Safiye o an Fikret’in içinden geçen her şeyi virgülüne kadar okudu. Yabancı bir erkeğe yakınlık duymanın utancıyla başını öne eğdi ve bir daha da hiç konuşmadı.
Kartal istasyonunda inmeliydi Fikret. Ayakları yere yapıştı, koltuk kollarından tutup çekti. Pendik istasyonunu geçtiğinde ancak bir delinin yapabileceği kadar akılsızca davrandığını düşünüyordu.
Gebze’de durdu tren. Gidecek yer yoktu artık. Safiye arkasına bile dönüp bakmadan indi trenden, karanlığın içine dalıp gözden kayboldu. İşte o zaman koltuk bıraktı Fikret’i. Fikret o trenden inip, ters istikamette gidecek olan trene bindi. Yine en son vagonun en arka koltuğuna oturdu, defterini açtı, kalemini çıkardı, bir şeyler yazmak için teşebbüste bulundu ancak sanki kelimeler de Safiye ile birlikte karanlığa karışıp kaybolmuştu. Hiçbir şey yazamadı.
Haydarpaşa-Gebze Arası Bir Ömür Sürer
Kalbi Haydarpaşa-Gebze treninde kalan Fikret evine bir kadavra gibi geldi. İlk defa bir kadını kendisine bu kadar yakın bulmuş olduğundan mıdır, yoksa bu hissi ilk defa yaşıyor olmasından mıdır bilinmez, su gibi ihtiyaç duydu Safiye’ye.
Gece yatağına aynı eksiklikle yattı. Sabah uyandığında gündelik telaşlar biraz olsun duygularını dinginleştirmişti. Devlet dairesinde görevini ifa ederken, gece boyu onu yalnız bırakmayan duygular yeniden nüksetti. Kalp atışları trenin çuf çuflarıydı artık. Binip Gebze’ye gidiyor, oradan tekrar binip Haydarpaşa’ya geliyordu. Yanından hiç ayırmadığı defteri masasının çekmecesinde, kaleminden dökülecek kelimeleri beklerken, o bazen evraklara bile şiir karalayacak oluyor, son anda önündekinin bir evrak olduğunu fark ediyordu.
Aklı trendeydi: “Kaçıncı tren hareket ediyordu. Safiye bir daha biner miydi trene? Kendisine masumca yaklaşan kızcağıza nasılda kem gözle bakmıştı. Safiye de böyle düşünüp nefretle hatırlar mıydı o dakikaları?”
Mesaisini tamamlayınca, önemli bir randevuya yetişmek için çabalayan acul bir iş adamı gibi, üstüne başına çeki düzen verip, küçük çantasını eline aldı ve hızla dışarı koştu. İş arkadaşları elinden düşürmediği defter nedeniyle deli mi akıllı mı karar veremedikleri Fikret’in arkasından şaşkın şaşkın bakakaldı. Zira her mesai bitimi en azından, “ İyi akşamlar” demeyi ihmal etmezdi. Bu sefer onu bile söylemeden çıkıp gitmişti.
Haydarpaşa’ya doğru istemsiz yürümeye başladı. Denizin yosunlu gözlerini seyrederken, dalgaların arasından ona sesleniyordu Safiye. Kumral, dalgalı saçları adımlarının salınışına uyuyordu. Akşam, güneşi uğurluyordu ufukta Haydarpaşa Garı’na geldiğinde. Toprak kahvesi gözleri trenin son vagonunu süzdü, “ Dün bugün olsaydı” arzusuyla yürüyüp vagona bindi.
Vagona adımını atar atmaz göğsüne bir kurşun isabet etti sanki. Bir ebemkuşağı başına düştü, bir şimşek avuçlarında parçalandı… Safiye dün oturdukları koltukta oturuyordu. “Serap mı görüyorum.” diye aklından geçirdi. Oysa her şeyi ile gerçekti Safiye; uzun siyah saçları, iri kahverengi gözleri, narin eli ve uzun parmaklarıyla… Fikret’in geldiğini fark edince istifini bozmamaya, kendisini ele vermemeye çalışsa da kalp atışlarına hükmedecek gücü bulamadı kendinde.
Daha fazla kayıtsız kalamadı içinden gelen sese. Fikret’e yer açmak için pencere yanındaki koltuğa doğru çekildi. Fikret utanarak da olsa davete icabet etti. Bir birine yabancı iki insan gibi göz göze gelmekten çekinerek içten içe konuşmaya başladılar.
- “ Senin için geldim şiir perisi.”
- “ Ben de senin için geldim.”
- “ Utanıyorum yüzüne bakmaya. Oysa…”
- “ Ben de utanıyorum, affet.”
- “ İhtimaldir ki ben bir kuru yaprağım sen rüzgâr.”
- “ Belki de ben bir kuru yaprağım sen rüzgâr.”
…
- “ Yarın da gel.”
- “ Yarın da gel.”
Zaman durdu o günün gecesinde Fikret için. Başını koyduğu yastık adeta taş olmuştu. Bir o yana dönüyordu yatakta bir bu yana. Gözleri uykuya kapalıydı sanki. Doğum sancısıyla geçti o gece. Bir an önce güneşin doğmasını ve trene binmeyi o kadar istiyordu ki.
Ya devlet dairesi? Mahpushaneden beterdi o gün. Hükmü belirsiz bir mahkûmdu sanki orada. İş arkadaşları birer vicdansız gardiyan… Akrep beşe vurunca, tahliye kararıyla serbest kalmış gibi oldu. Dışarı çıktı. Haydarpaşa istikametine heyecanla yürüdü. Her gün göz açıp kapanıncaya kadar ufku aşan güneş inadına akşamın gelmesini istemiyordu. Tepesinde bütün avenesiyle bekliyordu. Deniz zamanı da kucaklamış uyuyordu. İnsanlar bile demir atmıştı işlek caddelerde. Kıpırdamıyordu hayat.
Sabır ve metanet onu Haydarpaşa Garı’na ulaştırdığında güneş de direnmekten vazgeçmişti. Şüpheli adımlarla trene yaklaştı, pencereden vagonun içini kontrol etti. Safiye yoktu. Sonra bir öncekine baktı. Sonra da bir öncekine… Trenin hareket saati yaklaştıkça adımları hızlandı. Bütün vagonları üçer defa kontrol etti. Safiye yoktu. Kalbini boğmaya başlayan yeisle son defa en son vagona yürüdü. Koltuğunun altına sıkıştırdığı defterine mahzun gözlerle baktı ve içeri girdi. O da ne? Safiye bir köşeye tutunmuş ayakta bekliyordu. Kalabalığı yarıp ona doğru yürümek kadar, gün yüzüne çıkmak için çırpınan duygularını belli etmek de zordu. Tren rayları döverek ilerlerken Fikret küçük adımlarla Safiye’ye yaklaştı. Hiç konuşmadılar. İkisi de biliyordu neden trende olduklarını. Nihayet bir saat sonra tren Gebze istasyonunda durdu. Safiye kaş altından bakıp gülümsedi. İnmek için hareket ettiğinde gözleri Fikret’i çağırıyordu. Çağrıya kulak vermek lazımdı. Peş peşe yürümeye başladılar. Bir iki sokak geçince iyice yaklaştılar bir birlerine. Dayanamadı Namık:
- “ Sürükleme beni ceylan.” dedi.
- “ Sen ta Haydarpaşa’ya sürükledin beni.”
- “ Sen de beni Gebze’ye”
- “ O zaman bizi sürükleyen bir şey var.”
- “ Nedir acaba?”
Yürüdüler göz göze gelmekten utanarak. Sokak sokak istikametsizce dolaştılar. Tohum toprağa atılmıştı. Birkaç gün sonra filizlendi ve nihâl oldu. Birkaç ay sonra büyüdü ağaç oldu. Bahar lazımdı meyve vermesi için.
O günden sonra ihtiyaçları kalmadı trene. Günler geçtikçe bir birlerini daha iyi tanıdılar. Sevdiler. Fikret’in kelimeleri değişti. Yazdığı her şey Safiye idi artık… Ona mektuplar, şiirler yazıyordu. Safiye’de kelimelerin büyüsüne kapılmış, her gün yeni bir şiire tasvir olmaktan haz duyuyordu.
Dünya hakikatleri bu büyüyü bozmak için geç bile kalmıştı. Bir gün mesai arkadaşı Müberra’ya açtı konuyu Safiye. Ona Fikret’ten bahsetti. Fikret’in kendisine yazdığı mektupları okudu.
- “ Karşı çıkacaklarını sanıyorum ama ben Fikret ile evlenmek istiyorum.” dedi.
Müberra sandalyeye iyice yerleşti. Bir deliye bakar gibi baktı Safiye’ye.
- “ Sen aklını yitirmişsin herhalde.” dedi.
- “ Niçin aklımı yitirmiş olayım?”
- “ Ay deli, sen koskoca doktor olmuşsun, aybaşını zor getiren bir memura mı vuruldun?”
- “ Gönüldür bu Müberra.”
- “ Gönüldür amma akıl diye de bir şey var. Şu güzelliğine bak. Elini sallasan ellisi kuzum. Adamın yazdığı şu zırvalara mı kandın yoksa?”
- “ Ben onu sevdim Müberra.”
- “ Sevgi dediğin üç günlük… Sen biliyor musun bir kadın doğum uzmanı ne kadar kazanıyor ayda? Düşünsene sen de eşinde çalışıyor. Bebek’ten yalı alırsınız birkaç yılda alimallah.”
- “ Benim gözüm yok malda mülkte.”
- “ Hem ne yakışıklıları var dünyada. Bir memur parçası mı çaldı gönlünü? Perdeyi aralayınca bir birine girmiş çarpık çurpuk beton yığınlarını, bir sürü geçim sersemi insanın uyuşuk uyuşuk yürümelerini mi görmek istersin, yoksa serin serin esen rüzgârın nefesine karışmasını, denizin boylu boyunca uzanan huzur dolu endamını mı? Ne işadamları var kariyer edinmiş kızları arayan.”
- “…”
- “ Haydi bütün bunları bir kenara koy. Köyde büyümüş, senin isteklerini anlamayacak kadar yoz bir adam var karşında. Kızma bana… Doğrusunu söylemek gerekirse sana yakışmaz. Hele bir o hataya düş, sonra bin pişman olacaksın. Görürsün…”
Başını önüne eğdi, düşünmeye başladı Safiye. Arkadaşlarının, yakınlarının sevdiği adamı kendisine yakıştıramaması onu da karamsarlığa sürükledi.
Müberra devam etti:
- “ Yarın büyük hastanelerde çalışacaksın. Kokteyller, partiler, toplantılar, eğlence geceleri olacak. Kocanı oradaki elit insanlara ne diye tanıtacaksın? Koca dediğin senden bir gömlek üstün olmalı. Dünyanın düzeni budur. Senin Melek’ten eksik yanın ne? Allah var tırnağına değişmem onu. Bak, evlendi kırıta kırıta geziyor. Çalımından geçilmiyor. Bir eli yağda bir eli balda… Suadiye’de saray yavrusu bir ev almışlar. İçine oturmaya kıyamazsın.”
Yalnızca Müberra değildi ona nasihatlerde bulunan. Fikret’ten bahsettiği hemen herkes benzer bir tepki vermişti. Bu sebeple içine çöreklenen yeis, zaman zaman onu Fikret’ten uzak durmaya zorlasa da kalbi bu firaka dayanamadığından, Fikret’e belli etmeden onu unutmaya çalışması da neticesiz kalmıştı.
Ramazan Bayramı münasebetiyle memleketine gittiğinde, annesine Fikret’ten bahsedip, onunla evlenmek istediğini söyledi. Kızının bu kararı karşısında şaşkına dönen ama onu üzmemek için belli etmeyen annesi;
- “ Hayırlısı olsun kızım ama yine de etraflıca düşün. Evlilik sadece gönle kulak açıp karar verilecek bir şey değil.” dedi.
Safiye ise muğlâk bir tavırla karşılık veren annesine sıkıca tembih etti:
- “ Anne sakın ola babama bu konudan bahsetme! Şimdilik bilmesin.” dedi.
Bayram dönüşü, Fikret ile bir çay bahçesinde buluşup hasret giderdiler. İçindekileri annesine anlatmış olmanın huzuru içinde daha da umutlu hissetti kendini. Sevdiğinin kendisine atfettiği şiirlere mukabil, ona ertesi akşama yemek hazırlayacağını söyleyerek davette bulundu. Bu davet Fikret’in içinde baharlar açtırdı.
O gece bir türlü uyku girmedi gözlerine. Başını koyduğu yastık taş olmuştu sanki. Bir o yana bir yana dönüp durdu. Gündüz, devlet dairesindeki mesaisi boyunca da zaman geçmek bilmedi. Akşam Haydarpaşa Garı’na koşarken annesine koşan bir çocuk gibi coşkundu.
Bu arada, Safiye hastaneden gelince yemek yapmak için kolları sıvadı. Maharetini göstermeliydi sevdiğine. Türlü türlü yemekler yaptı. Sofrayı çeşitli aksesuarlarla süsledi ve Fikret’i beklemeye başladı. İçinde anlam veremediği bir sıkıntı vardı.
Önceki gün akşam başlayan sağanak yağmur çatıları dövmeye devam ediyordu. Körfezde küçük bir balıkçı teknesi sallana sallana marinaya doğru ilerliyordu. Mutfaktan, çaydanlıkta kaynayan suyun sesi geliyordu. Safiye perdeyi aralayıp, camın buğusunu elleri ile sildikten sonra denizin durgun dalgalarını seyre daldı. Bulutların rengini alan sudan bir ışık fışkırıp, onu avuçlarına getirecekmiş gibi hasretle dalıp gitti. Yağmurun sesine radyodan yükselen “ Ayrılık, aman ayrılık” türküsü karışıyor ve Safiye’nin kulaklarında bu iki ses birleşiyordu. İçini ablukaya alan sıkıntının sebebini bilemiyordu. Oysa neşelenmesi gerekirdi, zira Haydarpaşa- Gebze arası yalnızca bir saat sürüyordu.
Birazdan o gelecekti. Yağmurda ıslanan kumral saçlarını kurulamak için elinde havlu ile bekleyecek, merdivenleri sessizce çıkışını kalp çırpınışlarına karıştırıp dinleyecekti. Kapıdan kimseye fark edilmeden girdikten sonra, kazasız belasız o anı atlatmanın mutluluğu içinde gülümseyerek onun saçlarını kurulayacaktı. Bir bardak tavşankanı sunduktan sonra, “ Efendimiz acıkmıştır da…” diyerek mutfağa koşacaktı. “Acaba bu kez beğenecek mi?” tereddüdü ile tabağa özenle doldurduğu yemeği, “Bu kez de beğenmezsen sana bir daha yemek yok!” diyerek sunacaktı her zamanki gibi.
Aldığı hediye, paketinde onu bekliyordu. “ Efendim bu haftaki hediyeniz bir kazak… Altı aydır bir palyaço hediye edemeseler de bize, biz beyefendinin hediyesini hazırladık.” diyecekti alaylı bir tavırla. Sonra onun türlü bahanelerini, “ Tamam, anladık…” diye geçiştirecekti. Hüzzam renginde başlayan gece gülücüklerle şenlenecekti.
Peki öyleyse nedendi bu istiskal, havadaki bu kasvet ve duygularındaki amansız savaş? Bin bir türlü endişe vardı içinde: “Neden yağmur damlaları gece boyunca kalbine düşer gibi ağır düşüyordu yere? Haydarpaşa’dan tren çoktan kalkmıştı belki de. Oturabilmiş miydi acaba? Yoksa ayakta mı kalmıştı? Beklemese keşke dolmuşu, bir taksiye atlayıp gelseydi. Yağmuru severdi ama yine de ıslanmasaydı, hastalanırdı yoksa.”
Dudakların sabırsız açılıp kapanışı, endişe, boğazına düğümlenen anlamsız hıçkırık, denizin durgunluğunda yüzen bakışları, radyodan yükselen ağıtsı türküler ve bütün vücudunda dans eden ürperti… Sınıra yaklaşmış, sevda ülkesini terk etmeye hazırlanan iyimserlik, firaka boyun eğen aşkların mezarları başında sonsuza kadar ağlamaya hazırlanıyordu belki de kalbinde.
“ Başına bir şey gelmiş olmasın.” dedi içinden. “Acaba tren bir istasyonda takılır mıydı? Raylara bir âşık mı atlamıştı yoksa şeytana yenilip? Batman’ın yüreği çuf çufların girdabına düşüp, bu çığlığı duymaz mıydı?”
Bu arada Fikret ise Haydarpaşa’da bir dükkânda, gövdesi bez, kolları ve bacakları seramik küçük bir palyaço görmüştü. Altı aydır arayıp ta bulamadığı şu küçük oyuncak Haydarpaşa’da bekleyip durmuştu gelip almasını kendisini sanki. “ Hay Allah, bunca zamandır beni mahcup ettin be boyalı şey…” dedi Namık palyaçoya. Eline alıp parmaklarıyla yokladı. “ Bunun nesini ister ki bu kız, bez parçası işte!” dedi kendi kendine. Aklına Safiye’nin söylediği şey geldi. Safiye ona, “ Palyaçoların gülümsüyor göründüklerine bakma; gözlerinde katıksız bir hüzün yatar.” demişti. Öyle miydi gerçekten? Dikkatlice baktı gözlerine palyaçonun. Oyuncağın soğuk dudaklarına yatan hüznü aradı gözleri.
Raylardan gelen mekanik ses yolculuğun başladığının işaretiydi. “ Haydarpaşa- Gebze arası taş çatlasa bir saat” dedi kendi kendine. Tren rayları kütürdeterek ilerliyordu.
Fikret beşinci vagonun en arka koltuğuna oturmuştu. Yağmur damlalarıyla incileşen camdan dışarıya bakıyordu ancak gözleri içine odaklanmıştı. Birazdan ona kavuşacaktı. Merdivenleri parmak uçlarına basarak çıkacak, en son basamağı çıkarken kapı yavaşça aralanacaktı. Ayakkabılarını çıkarmadan adımını içeri atacaktı. Safiye kapıyı açtığı gibi aynı dikkatle sessizce kapatacak ve önce “ Sen neden bu kadar geciktin” bakalım diyecekti. Haydarpaşa-Gebze arası bir saatti ama daima bu cümleyi kurardı.- Sonra dudakları yanaklarına doğru kayacak ve gözleri ışıldayarak elinden tutup mutfağa götürecekti. Büyükçe bir tabak alıp yemeği doldururken, “ Bu kez beğenir inşallah” diye içinden geçirip, masaya tabağı koyarken, “ Bu kez de beğenmezsen sana bir daha yemek yok!” diyecekti.
Sonra çay faslına gelecekti sıra. Bardağa özenle hazırladığı çayı dolduracak ve önüne koyarken, bundan keyif almasına rağmen, “ Bıktım sana hizmet etmekten!” diyecekti. İçinden geçenleri yine söylemeyecekti ama kalbi püfür püfür sevgi kokacaktı.
Günün en güzel anı elbette palyaçoyu sunduğu an olacaktı. Muhtemelen Safiye hediyeyi çoktan hazırlamıştı. Elinde bir paketle salona girecek, kanepeye bir ağa edasıyla koyulmuş vücuduna savuracaktı paketi. “ Al bu senin… Altı aydır bir palyaço alamasan da ne iyi kızım ki seni düşündüm” diyecek ve kendisi paketi açarken kaş altından bakmayı da ihmal etmeyecekti.
Fikret o anı şöyle planlıyordu: “Safiye’nin verdiği paketi sırf meraktan açacak sonra başını öne eğip, “ Bunu kabul edemem. Altı aydır sana bir palyaço alamayan adam bunu hak etmiyor” diyecekti. Muhtemelen Safiye ona, “ Kabul etme! Ben verecek birini bulurum” diyecekti. Namık hin bir düşünceyle başını eğecek, Safiye her zamanki gibi dayanamayıp, “ Ama onu sana aldım. Sen sonra alırsın palyaçoyu.” diye hediyeyi sevgiyle uzatacaktı. “Öyleyse kapat gözlerini” diyecekti Fikret. Safiye merakla gözlerini kapatacak ve gözlerini açtığında avucunda palyaçoyu bulacaktı.
Hayaller insanın en itaatkâr köleleridir. Onun isteğinin dışına çıkmayacak kadar sadıktırlar. Fikret’te hayallerin bu cömertliğinden sonuna kadar istifade ediyordu. Tren Gebze istikametinde ilerlerken, camlara vuran yağmur damlalarını seyre daldı. Camdan aşağı süzülerek inişlerine hayran hayran baktı. Bu sırada günün yorgunluğu ile gözleri kapandı. Tren Gebze istasyonuna ulaştığında korkuyla açtı gözlerini. Geç kalmış hissine kapıldı. Alelacele indi vagondan, saçlarına inen soğuk yağmura aldırış etmeden hızlı adımlarla Safiye’nin evine doğru yürümeye başladı. Bu kez koltuğunun altında şiir defterinin yanı sıra, palyaço da vardı. İkisini de ıslanmamaları için ceketinin altına soktu.
Yolculuğu sırasında ayrılık abus yüzünü göstermişti sevdalılara. Safiye heyecanla kapının çalmasını ve Fikret’in içeri girmesini beklerken telefon çaldı. Arayan babasıydı. Öfkeden çıldıracak şekilde bağırıyordu:
- “ Bütün emeklerim haram olsun. Dişimi tırnağıma takıp seni yetiştirmeye çalıştım. Bunu da mı yapacaktın bana. Ne idiğü belirsiz birine mi değişecektin beni?”
Safiye son noktanın konduğunun farkındaydı. Hıçkırıkla kendisine seslenen babasına hıçkırıkla karşılık vermekten başka bir şey yapamıyor.
- “ Annen anlattı her şeyi. Ben boşuna hüsnü zanda bulunmuşum. ‘ Kızım yüzümü kara çıkarmaz’ diyordum. Yüzümü karaya boyadın Safiye. Ya bizi unut ya o adamdan vazgeç. Ona kendi isteğinle ayrılmak istediğini söylemez ve ondan vazgeçmezsen ömür boyu affetmem seni…” diyordu.
Safiye çaresizdi. Karşı koyamıyordu kendisini canı kadar sevdiğini bildiği babasına. Her şey ayrılığın suçuydu o an.
- “ Olur baba… Olur…” cümlesinden başkaca bir şey çıkmıyordu ağzından.
Telefon kapanınca, kalbini söküp param parça etmek istedi. Birazdan sevdiği gelecekti ve ona, kalbi küt küt atarken “ Elveda” diyecekti. Çok geçmedi. Fikret sessizce çıktı merdivenlerden. İçinde kavuşmanın sevinciyle kapıya yaklaştı ve eliyle bir iki defa dokundu. Safiye o kapıyı bir daha ömür boyu açmamak niyetindeydi. Kime karşı suçlu olduğunu bilmiyordu. Tek suçlu kalbiydi. Kelimelere yenilen kalbine kahrediyordu. Açmadı kapıyı. Fikret ısrarla kapıya vurmaya devam etti. Merdivenleri kontrol etti. Bir süre bekledi dışarı çıkmış olabileceği ihtimaline karşı ancak hiçbir emare yoktu Safiye’den. İçinde beliren korkuyu dindirmek için merdivenlere oturdu. Bir süre daha bekleyip yeniden kapıyı yumrukladı. Safiye ona da daha fazla acı çektirmek istemiyordu. Bacaklarına toplayabildiği birkaç adımlık güçle kapıya yaklaştı ve kapının arkasından seslendi:
- “ Gir buradan Fikret. Seni istemiyorum artık.”
Sesi duyar duymaz yerinden fırlayacak kadar hızla atmaya başlayan kalbinin üzerine elini koydu Fikret.
- “ Neden açmıyorsun kapıyı” diye seslendi.
- “ Seni istemiyorum.” dedi Safiye yeniden.
Bu bir latife olmalıydı. Safiye’nin çocukça latifelerine alışkındı Fikret.
- “ Aç kapıyı, üşüdüm ve acıktım.”
- “ Sana şaka yapmıyorum… Git buradan Fikret! Konuya komşuya rezil etme beni. Anladım ki senin şiirlerine kanmışım, kelimelerin büyülemiş beni. Anladım ki aslında sen bana göre değilsin. Git buradan!”
O an bir kurşunun tam kalbine isabet ettiğini anladı Fikret. Safiye o güne kadar asla şiirlerine laf etmemişti. Her defasında sabırla hayran hayran dinlemişti Fikret’i. Kaynar sular boşaldı başından aşağı.
- “ Sana palyaço almıştım.” oldu son cümlesi.
- “ Sende kalsın. Bana söz ver bir daha beni aramayacağına Fikret. Bir daha peşime düşmeyeceğine söz ver.”
- “ Söz sevdiğim, söz…”
Yaralı bir ceylan gibi indi merdivenlerden. Artık yağmur saçlarını ıslatmıyor âdete yoluyordu. Yürüdü… Sabaha kadar, bilmediği sokaklarda divane misali yürüdü. Muhayyel bir takım kişilere anlattı derdini. Türküler söyledi, ağladı. Herkes gitti bir kelimeleri kaldı yanında.
O günden sonra hiç aramadı Safiye’yi. Safiye de bağrına taş bastı. Fikret’in yanık şiirlerini özledi; gözlerinden döktü mısraları. Sonsuz bir susayışla bekliyorlar birbirlerini kim bilir.
Deli Fikret’in hikâyesi işte böyle… O günden sonra da belki yeni bir şiir perisi yakalamak belki de kalbinde yanan sevda ateşini külleştirmemek için her akşam Haydarpaşa-Gebze trenine binip eski defterine şiir karalamaya devam etmiş. Başına bu denli bir dert açan kelimelere yine de hiç gücenmemiş belli ki…
Kim demiş “ Haydarpaşa-Gebze arası bir saat sürer.” diye. Haydarpaşa-Gebze arası bir ömür sürer.
Ben yaklaşık bir yıldır binemedim trene. Kim bilir Deli Fikret hala en son vagonun en arka koltuğuna oturmuş şiir yazıyordur eski defterine.