Umuda Son Bakış
Hacılar Köyü’nde küçük bir okul vardı. Kerpiç duvarlı, derme çatma bir çatıyla üzeri kapatılmış, duvarları çorakla sıvanmış tek katlı bir yapıydı burası. Eskiden ev olarak kullanılırken sonradan okula çevrilmişti. Çevredeki köylerden öğrenciler gelirdi buraya. Çoğu zaman iki öğretmenden fazla öğretmen olmazdı. Düzağaç Köyü’nden birkaç, Dereli’den birkaç derken otuzu geçerdi okul mevcudu.
Dereli’den Hacılar’a uzanan patika yol beş kilometreden biraz uzundu. Hacılar’a ulaşmak için önce bir tepeyi aşmak lazımdı. Tepenin hemen arkasından başlayan bodur meşelerin hâkim olduğu düzlüğü geçip, diğer tepeye ulaşmak gerekiyordu. Kuru Tepe’nin yamacından sallanınca Hacılar’a vardın demekti.
Bu köyü en iyi anlayan, köyün de en iyi anladığı kadındı Münevver Nine. Torunu Umut’u okula yazdırdığı gün hayatında en mesut olduğu günlerden biriydi. “ Oku, öğretmen ol!” dedi. Zira tahayyülünde en büyük makam öğretmenlikti. Kambur beline, bir tül kadar şeffaflaşan tenine rağmen solgun gözlerinde umut pişirmeye devam ediyordu. Umut’u pişirmeliydi ki son deminde bir tohumu toprağa bırakmanın hazzına ulaşsın.
Umut’u, elinden tutup Hacılar Köyü’ne götürürken o kadar bahtiyar hissediyordu ki kendini, yorgun bedeninde tılsımlı bir güç nüksediveriyordu yola çıkınca. Tepeleri aşıp Hacılar’a ulaşmak hiç de zor olmuyordu. Hemen her gün, bıkmadan, usanmadan onca yolu tepelemek, yaşlı bedeninde bir nihâl büyütmekti bekli de. Aylar geçtikçe, Umut harfleri öğrendikçe, kuru dudaklarındaki taze tebessümler daha bir belirginleşiyordu.
Çileli kış aylarında, diz boyunu aşan kara bata çıka tepeyi aşarlarken, Umut öğrendiği yeni harfi karın yumuşak bedenine çizerek ninesine anlatırdı. Keklik gibi sekerek bir iki adım öne çıkar, yüzünü ninesine dönüp, elindeki iğde dalı değnek ile öğrendiği harfleri bir bilge edasıyla karın üzerine çizmeye başlardı.
- “ Bak nine, bu harf ‘A’. ‘ B’ dedemin gözlüklerine benzer.”
- “ Aferin benim tosunuma! Seni şöyle kravatlı görsem gözlerim açık gitmez…” derdi ninesi.
Bu iltifat Umut’u iyice yüreklendirince, bir iki adım daha öteye zıplayıp yeni bir harfi öğretmeye çalışırdı:
- “ ‘Y’ nasıl sen biliyor musun nine?”
- “ Ben ne bilirim oğlum…” diye cevap verince ninesi, onu yenmiş olmanın sevinciyle hemen açıklamaya başlardı:
- “ ‘Y’ kuş lastiğine benzer nine. Çataldır yani…”
Her harfin ayrı bir ehemmiyeti vardı yaşlı kadın için. Dünyanın yeni bir toprağını keşfetmek gibiydi harfler. Hiç görmediği sıcak denizlerde seyahatti. Toprağın pekiştirdiği bedeninde yeni bir hayata açılmanın kapısıydı. Ne çok isterdi okumayı yazmayı…
Yaz aylarında akşama kadar okul önünde oturur, çocukların teneffüs heyecanını en az onlar kadar yaşardı. Kış aylarında ise ya bir erkek gibi köy kahvesine çekilir, kahvecinin bedava çaylarından içer yahut uzak akrabası Dursun Ali’nin evinde günü tamamlardı. Minnet etmezdi kimseciklere. Azık çantasında taşıdığı kuru ekmeği kimseye göstermeden yer, yumurtalı, peynirli dürümü torununa saklardı. Dilinden şükür bir dem düşmezdi.
Umut yalnızca onun değil, bahara susamış bir ailenin umuduydu. Zira ne babası okuma yazma biliyordu ne de annesi. Bu köyde zaten çok az insan vardı iki harfi bir araya getirip, bir kelime yazabilen. Münevver Nine’nin yorgun ayaklarının attığı her adım sonsuzlaşma ümidinin başlangıcıydı o yüzden. Ders bitimi bağbozumu gibiydi. Günün bütün yorgunluğu, torunun seke seke gelişini görünce huzura, güce dönüşürdü.
Soğuğu parmak uçlarında hissederek patikaya dalınca, Umut’a kalkan olmak için onun önüne geçer, bastonuyla karı yoklaya yoklaya ilerlerdi. Umuttu ne de olsa Umut’u. Ne kar incitsindi onu ne de yorgunluk…
Bir sene çileden taşan lezzeti emerek geçmişti hem Münevver Nine hem de Umut için. Anne ve babası da bu yaşlı kadının azmine, fedakârlığına minnettardı. Zaten Münevver Nine de olmasa Umut’un okula gitmesi mümkün değildi.
Sene sonunda yemiş verdi ağaç. Karnede ışıldayan “ Pekiyi”ler Münevver Nine’nin ömrüne ömür kattı. Torunu okuma yazmayı sökmüş, bir de kravatlı öğretmenlerinin iltifatına mazhar olmuştu. Bundan daha büyük huzur olur muydu?
Ertesi yıl acı haber önce Münevver Nine’ye geldi. Okul, öğretmen atanmadığı için kapanmıştı. Hacılar Köyü muhtarı Dereli’ye gelip, İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’nden gelen haberi ailelere bildirince Münevver Nine’nin solgun gözlerinden bir damla yaş güçlükle kurtulup düştü yere. Gözleri kıraç tepeye doğru hüzünle kaydı. Kalbini kemiren ızdıraba teslim oldu yaşlı bedeni. İlçeye kadar da yürünmezdi ki. Onca yolu akşama kadar ancak teperdi insan. Hele bir de kış oldu mu imkânlar tümden tükenirdi.
O yıl hali vakti yerinde olanlar ilçedeki bir okula gönderdi çocuklarını. Birkaç çocuk için bir ev tuttular. Anneleri sırasıyla yanlarına giderek çocuklarla ilgilendi. Bazıları ise çocuklar için tahsis edilen servis aracına belli miktarda aidat ödeyerek, çocuğunun okula gidip gelmesini sağladı. Umut bütün bu imkânlardan mahrumdu. O sevdasını içine gömüp çaresizlikle yaşamayı öğrenmeye çalıştı ancak hiç de kolay değildi elinde kalem defter ile eski okulun duvarının dibine oturup hayal kurmak. Kolay değildi, ninesinin elinden tutar gibi bodur meşelerin yapraklarını sıyırarak yalnızca o hayali yaşamak için tepeleri aşmak.
Alışamadı sevdasından uzak yaşamaya. Okumayı, bir öğretmeninin olmasını öyle istiyordu ki her gün düşlerinde yeni bir okul ve yeni bir öğretmen çiziyordu. Mahzun mahzun ninesine baktıkça, ninesi gözlerini kaçırıyordu ondan. Çaresizlik suçluluktu Münevver Nine için. Umut ninesinin dudaklarından akan hüznü okuyabiliyordu. Bu sebeple çoğu zaman onu teselli etmeye çalışıyordu kendince.
- “ Seneye öğretmen gelecekmiş nine, o zaman devam ederim ikinci sınıftan.”
- “ İnşallah tosunum…” demekten başka çaresi yoktu yaşlı kadının.
Babası da çaresizdi. Harman vakti ırgatlık yaparak ancak yaşama tutunabiliyordu. Harman mevsiminde ne kazandıysa o yılki bütün geçimliği de bundan ibaretti. O yüzden ne ilçede ev tutacak ne de servis aidatı ödeyecek paraya sahipti. Umut’unu, sevdasını kaybetmiş bir âşık gibi divane gezerken gördükçe elindeki tırpan bedeninden takatini biçiyordu. Akşam eve gelince üzerindeki saman tozlarını silkelemeden koşardı Münevver Nine’nin yanına. Hemen her gün aynı soruyu sorardı:
- “ Ana, Umut yine gitti mi Hacılar’a?”
- “ Gitti oğlum. Ne yaparsın tutamıyorum evde. Tutturdu okul diye.”
Hikmet bu cümleyi duyunca, kasketini dizlerine vurup başını eğerek sedire oturur ve düşünmeye başlardı. Bir babanın çaresizliği… Beynini kundaklayan düşünceler her gün saçlarına bir fazla ak düşürüyordu.
Umut, hayalini kurduğu okulu daha yakından hissedebilmek için Cuma akşamları yola çıkar, ilçede okuyan çocukların yolunu gözlerdi. Onlara okulu, öğretmeni sorar, onların kitaplarında sevdasını kovalardı. Çocukların “ Öğretmen bu gün bana ‘aferin’ dedi,” diye övünmelerinde teselli arardı. O vakit pabuçlarına dolan suyu, kulaklarını kızartan soğuğu hissetmez, annesinin azarlarını aklına bile getirmez, yalnızca yüreğine gömüp eskimemesi için sakladığı sevdasına sarılırdı.
Yine bir kış günü, dağlar, ağaçlar, evlerin damları ve sokaklar bembeyaz bir örtü bürünmüştü. Bacalardan yükselen gri saman dumanları gözü dönmüş bulutlara karışıyor, tenhalarda unutulmuş evlerden yalnızca boğuk öksürük sesleri duyuluyordu. Günlerden Cuma idi. Umut çoktan yola koyulmuştu hem de vakit bir hayli erken olmasına rağmen. Zaten, sabahı iple çekerek getirebilmişti. Gece boyunca gözüne bir dirhem uyku girmemişti. Öyle sabırsız öyle sabırsızdı ki gece tuvalete gitmek için uyandığında ninesine yaklaşıp:
- “ Nine, yarın Hayati, arkadaşları ile okulda çektirdiği fotoğrafı gösterecek bana, beni erken uyandır ha!” demişti
- “ Deli misin yavrum sen? Onlar akşama ancak gelir. Gece gece o mu düştü aklına?” diye kızmıştı ninesi.
Umut dinler mi ninesini içinde böyle bir sevda varken? Sırtında örme bir kazak, ayaklarında lastik pabuçlar, bir de başında eski bir bere... Böyle çıkmıştı yola. Kara bata çıka her Cuma beklediği yere geldi. Ellerini nefesiyle, ayaklarını yere sürterek ısıtmaya çalıştı. Dudakları ıslanıyor, ıslanan yer anında buz tutuyordu. Yüzü soğuğun ablukasında kalıp, akkorda pişen bir demir kadar kızarsa da bu umurunda bile değildi. İçine doğru akıyordu ayaz. Gözleri hala karla kaplanan toprak yoldaydı. Kanatları buz tutmuş keklik gibi akşama kadar bekledi orada ancak ne gelen vardı ıssız yoldan ne de giden. Bütün umudunu gelecek Cumaya bırakıp evine döndü.
Eve geldiğinde yalnızca bedeni değil nefesi bile titriyordu. Saman sobasının köşesine bir kedi gibi oturup içine işleyen ayazın acısını bir nebze olsun dindirmeye çalıştı. O ısınadursun lastik ayakkabılarının içinden avuç dolusu su boşalttı ninesi. Eline aldığı peşkir ile torunun ıslak saçlarını kurulamaya çalışırken, söylenip durdu.
- “ Ulan akılsız yavrum, ne işin var şu soğukta ta keçiyolunda?”
Kızarken bile merhamet vardı söylediklerinde. Çaresizliğini belli etmek, zavallı çocuğu tümden yıkmak demekti; biliyordu. Umut ise belki de bu yüzden bütün sırlarını ve isteklerini ninesine söyleyebiliyordu.
- “ Nine akşama kadar bekledim ama gelen olmadı. Bu hafta okullar tatil miydi yoksa?” diye sordu.
- “ Ulan meymenetsiz, şu havada vasıta mı gidebilir ilçeye? Bütün yollar kapalıymış. Çocuklar bugün okula da gidememiş. Sen sabahın köründe git bekle, dedenin ava gittiği gibi. Şıp demiş burnundan düşmüş...” diye verdi veriştirdi ninesi.
O gece ağzına lokma koymadan uyudu Umut. Gece yarısı ateşler içinde inlemeye başladı. Bütün vücudu tir tir titriyordu. İniltilerine ninesi uyandı. İki odalı kerpiç evde kedi miyavlasa duyulurdu zaten. Önce kâbus gördüğünü zannetti ama gittikçe iniltiler yükseliyordu.
“ Geçer, soğuk algınlığıdır.” dedi kendi kendine.
Annesi Zübeyde, babası Hikmet gaz lambasının ışığında, kerpiç duvarların ardından bir elin uzanıp oğullarının yanaklarına dokunması ve eski neşesine kavuşturması için dua ediyordu. Peşkanın başında çorba karıştıran yaşlı kadın ise elindeki tespihle zikrederken, torununun yüzüne solgun gözleriyle bakıp, şefkatiyle onu okşuyordu.
Üç gün, beş gün, derken bir hafta geçmişti. Hiçbir iyileşme olmadığı gibi günden güne kötüleşmişti zavallı çocuk. Kış gelince dünyada varlığı kaybolan bu köyde, Umut’un derdinden anlayacak kimse yoktu. Ta ilçeye gitmek lazımdı doktor bulabilmek için. Yolların tamamen kapandığı bu mevsimde ilçeye gitmek için vasıta bulmak ta en az Umut’un derdi kadar zordu. Hoş olsa da doktora verecek para neredeydi?
Annesi ve babası günlerce Umut’un başucundan ayrılmadı. Tek bir kelime etmesi, gözlerini bir kere açmasını isterkenki içtenlikleri yaşamaya olan ihtiyaca duyulan içtenlik kadar güçlüydü. Umut ölü misali kıpırdamadan yatıyordu. Yalnızca nefesi hissedilebiliyordu.
Fırtınanın iyice azdığı, karın iki metreyi geçtiği bir günün gecesi Umut’un dudaklarından tek cümle duyulabildi:
- “ Anne suuuu...”
Zübeyde, elinde hazır bekleyen bardağı oğlunun ağzına doğru uzattı. Umut suyu içemedi. Ağzının kenarından çenesine aşağı aktı bütün su.
Evde ne yiyecek kalmıştı ne yakacak. Ninesinin az önce yaptığı yağsız un çorbasını da yiyememişti zaten. Zübeyde oğlunun kor gibi yanan başını sinesine aldı, damla damla çaresizlik dökülen gözleriyle uzun uzun baktı ona. Alevler içinde yanan pamuk saçlarını okşadı. Var gücüyle bağırıp ağlamak istiyordu. Kocasından ve kaynanasından utandığı için feryatları yağlı hançerler gibi yüreğine batırıyordu.
Münevver Nine elinde bir tas un çorbasıyla gelinin yanına oturdu. Onun takati yoktu gözyaşı dökmeye. Belki de yaş kalmamıştı gözlerinde. Ağlamak için çırpınan gözleri, yakamozlarla süslü bir deryayı andırıyordu. Çileli ve dalgalı bir derya... Eğilip torununun yanaklarından öptü.
- “ Yavrum, kınalı kuzum, bir kaşık al.” dedi, boğuk ve gırtlağını kemiren bir sesle. Umut söylenenleri duymuyor, sadece inliyordu.
- “ Ana ne yapsak?” diye sordu Hikmet.
- “ Doktor…” dedi Münevver Nine. “Doktor gerek oğluma... Doktor gerek…”
“ Doktor” kelimesi çınlıyordu Zübeyde’nin de kulaklarında. Gayriihtiyarî gözleri kapıya odaklanmış, azı “ Doktor doktor…” diye açılıp kapanıyordu. Gözyaşları yanağından ağzına doğru akarken, içinde patlayan volkanlar bedenini yakıyordu.
Hikmet hayatın abus çehresine baktıkça, türlü güzelliklerine yabancı olduğunu, ona bakıp abat olmanın imkânsızlığını daha iyi anlıyordu. Gönlü aklına, “ Ne yapacağız şimdi?” diye soruyor, aklı cevapsız bırakıyordu sorularını.
- “ Kızak...” dedi birden. Bu fikir kafasına yatmıştı ki yüzünde acı bir tebessüm belirdi.
Zübeyde ve Münevver Nine, bu kelimenin anlamını bilmez gibi şaşkınlıkla Hikmet’in ağzına baktı.
- “ Kızak yapacağım ana” diye devam etti Hikmet. “ Eşek çeker değil mi ana? İbo’nun hamile karısını götürmüştük ya hani… Damın kapısını sökeriz. Altına iki beşe on tahta... Güzelce de zımparalarım onu. Gider değil mi ana? Zaten kar pekişmiştir. İlçede doktor var ya iyileştirir torununu. İlaç ta verir; yaz gelince dişimle tırnağımla kazanır öderim borcumu. Vallahi öderim billahi öderim. Sonra okula veririz Umut’u. Sami Dayı’ya yalvarır yakarır, evinde kalmasına razı ederiz değil mi ana? Umut okula gider, bir daha da beklemez yolda okullu çocukları. O zaman hastalanmaz da. Kitaplarını alırım kitapçıdan. Gerekirse dilenir onu da öderim. Öğretmen için ‘çok iyi insan’ diyor çocuklar. Hem o da yardım eder bize. İlçede soğuk ta olmaz pek. Kar yağınca hemencik kalkar. Orada yollar da kapanmaz. Hastalanırsa doktora on dakikada gider Umut. O gider, ben sonra öderim borcunu.”
Bir an duraksadı. Gözlerindeki ışıltı biraz daha belirginleşti.
- “ Ha birde çocukları okutan iyi insanlar varmış ilçede.” diye devam etti. “Umut’u da okuturlar. Allah rızası için yaparlar değil mi ana? İnsanlık ölmedi ya. Sami Dayı’ya da gerek kalmaz. Kim bilir para pul da istemezler. Kitapları da onlar alır. Doğru söylüyorum ana, varmış onlar! Hem dedim ya Allah rızası için yapıyorlarmış.”
Gözleri parlıyordu hayalini anlatırken Hikmet’in. Bir anda bütün çaresizlik umutla yüzlenmiş, soğuk odaya dolmuştu. Münevver Nine de bundan pay almıştı. Titrek başını kaldırıp oğlunun parlayan gözlerine baktı.
- “ Olur yavrum, Rabbim isterse her şey olur.” dedi.
Zübeyde’nin de yüzünde tebessümler taze baharlar gibi açıvermişti birden. Umut’un başını göğsüne iyice bastırdı. Kocasının umut dolu sözleri aklına çöreklenen yeisi yıktı.
Umut’u, mavi önlüğü, elinde kitaplarıyla kendisine doğru koşarken hayal etti. Yüzü nur gibi parlıyor, gözleri ışık saçıyordu. Geleceğin parlak huzmeleriydi bunlar. Sonra bir büyük adam oluyordu Umut. Doktor ya da öğretmen… Bıyıkları bile vardı. Seçimlerde oy istemeye gelen siyasetçiler gibiydi tıpkı. Takım elbiseli, kravatlı ve iskarpinli... Hayal gözlerini ışıtırken aniden kocasına dönüp:
- “ Ne zaman gideriz?” diye sordu.
- “ Sabah” diye cevap verdi Hikmet. “Şimdi kızağı hazırlayacağım, gün doğmadan da çıkarız yola.”
Sırtına eski kocuğunu alıp, evin arkasına hayvanlar için yapılmış ahıra gitti. Nacakla ahırın kapısını menteşelerden kurtarmaya çalıştı. Ardıçtan yapılmış kapı sökülmemek için direniyordu.
Bu sırada Umut uyanmış, iniltilerle gözlerini açmıştı. Sesi duyar duymaz, sabırsızlıkla sabahı bekleyen Zübeyde’nin duyguları dinginleşti. Kırmalar tavana odaklanan gözlerine hayat yağdırdı. Hemen oğlunun yatağının başına koştu. Ardından da Münevver Nine geldi.
- “ Konuş yavrum, konuş tosunum!” dedi sevinerek.
- “ Babam nerede nine?”
- “ Ahırda oğlum.” dedi Zübeyde Münevver Nineden önce. “Seni doktora götürecek sabah.”
- “ İlçeye mi ana?”
- “ İlçeye oğlum.”
- “ Neden ana? Ben hasta değilim ki. Ben okula gitmek istiyorum.”
- “ Okula da götürecek yavrum.”
- “ Öğretmenim de olacak mı ana?”
- “ Öğretmenin de olacak yavrum”
- “ Hacılardaki öğretmenim mi olacak gene?
- “ Belki o olacak belki de başka biri oğlum.”
- “ Hayrettin’in öğretmeni sarı saçlı mavi gözlüymüş. Hikâye öğretiyormuş onlara.”
- “ Sana da öğretecek oğlum. Yazın köyümüze getirir çiçek toplarsın ona. Bana da toplarsın değil mi oğlum?”
- “ Tabi ana, sana da toplarım.”
- “ Sığırcıkların resmini çizeceksiniz oğlum. Şiir yazmayı da öğretecek sarı saçlı öğretmenin. Mavi gözleri hep gülecek.”
- “ Kara gözlü öğretmen olmaz mı ana?”
- “ Olur oğlum.”
- “ Ben kara gözlü isterim ana. Senin gözlerin gibi simsiyah olsun gözleri ama senin ellerin kadar sert olmasın onun elleri. Hiç çapa kanatmamış olsun onun ellerini. Senin saçların gibi hemen beyazlamasın öğretmenimin saçları. O hiç yırtık kazak giymesin, eteğinde yama olmasın onun. Bana ilçedeki okulu anlatsana ana!”
- “ İlçeye vardığımızda doğruca okula gidiceğiz oğlum. Okulun avlusunda karşılayacak öğretmen bizi. Şehirlerde kar olmazmış; baban söyledi. O yüzden senin okuluna da kar yağmayacak. Biz öğretmeninle konuşurken, sen avluda arkadaşlarınla zıp zıp oynayacaksın. Şehirde sobalar da hiç sönmezmiş. Sonra sıcak sobanın kanarında yemek yiyeceksin.
- “ Un çorbası olmasın ana. Sevmiyorum işte...”
- “ Un çorbası olmayacak yavrum. Kızarmış etler, tatlılar, meyveler olacak senin sofranda.”
Zübeyde, okulu anlatıyordu. Gözleri kapandı Umut’un. Tıpkı o âlemi hayal ediyormuş gibi daldı. Bulutların arasından bir güneş doğdu. Bütün karlar eridi. Çiçekler açtı dört bir yanda. Papatya, sümbül menekşe, leylak... Sonra kocaman evler, asfalt sokaklar göründü. Bütün şehir yemyeşildi şimdi. Umut yürüyordu… Sokağın sonunda sarı renkli okul belirdi. Okulun önünde bir bayrak asılıydı. Sarı saçlı öğretmenler bekliyordu onu. Hepsinin elinde kitap vardı. Avlu kapısından girince, koşup Umut’un elinden tuttu en güzel olanı. Sonra eğilip yanaklarından öptü. Ona kalın bir kitap verdi. Kitap ışıl ışıl parlıyordu. Kitaptan yükselen ışıklar dört bir yanı kapladı. Yavaş yavaş çıktı Umut merdivenlerden. Okul kapısı kendiliğinden açıldı. Umut kapının tam önünde durup arkasına döndü. Annesine, babasına ve ninesine el sallayarak kapıdan içeri girdi.
Umuda son kez baktı yaşlı kadın. Yetmiş yıllık nasırlarının müsebbibi, kadim dostu toprağın bağrına bıraktığı umuduna… Son kez toprağın doyumsuz bedenine can özünden bir damla daha bıraktı.
Zübeyde son kez baktı meşum aşık gibi hayattan aparmaya çalıştığı sevgilisine. Bacalardan yükselen saman dumanları semada birleşirken, onun gözlerindeki denizler dalgalanıyordu.
Hikmet ise kızağın altına beşe onları çakıyordu o sırada. Nacak sesleri fırtınaya karışıp savruldu uzak dağlara doğru.